27 Eylül 2011 Salı

GECENİN İÇİNDEN

Kamera; Güven -Tekirdağ
Bir şarkı söyleniyor; Barış'ın şarkısı;
"ellerimle büyüttüğüm,solar iken
dirilttiğim,çiçeğimi kopardın sen..."
Çiçekleri koparmadan da sevmeyi
öğreneceğiz birgün...

Kamera; Güven-Kumbağ
Bir gün daha doğuyor. Ve yine gün,
alabildiğince kucaklayacak insanları; kimi
kucağını açacak,kimi yumruğunu sıkacak,
kimi kin ve nefretini biraz daha
olgunlaştıracak; kimi ise, sevgisini
yüceltip abideleştirecek...


Kamera; Güven Kumbağ Tepesi
Haylaz haylazın halinden anlar:)) Şımarıktı,
insana yakındı. Aslında gün içinde ağır adamlığa
özenmeseydim iyi haytalık yapardım bu küçük
beyefendi ile:))


Kamera; Güven-Kumbağ
Alabildiğince benimdi gün. Tepe,deniz, liman ve
martılar; benimdi... Ben olmanın benliği içinde
hiçbirini mülkiyetim içine geçirmeden ve incitmeden
hepsi benim; bizim diyebilmek;sokak, cadde,park,
orman, dağ, tepe, ırmak; bizim diyebilmek; derken
katletmeden sevdiklerimizi...


Kamera; Güven Işığın Olduğu Yer
Bir çocuk için anne ve babası, büyük bir
çınar ağacı gibidir. Sıcakta gölgesinde durmayı,
soğukta geniş kovuğuna girmek ister.
Korktuğunda da dallarına tırmanıp
yükselmeyi hayal eder...

Işık da öyledir kendini arayan canlı için;
onu görür,kokusunu duyar ve sesini
bir çağrı gibi algılar ve o sesin, o çağrının
sonsuzluğa uzanan bir şey olduğunu
anlayacağı zamana doğru yürür insan...


Kamera; Güven  Kumbağ
Tepeden ayrılırken ne bir hoşçakal, ne bir
elveda dedik birbirimize. Biliyorduk ikimizde
tekrar tekrar buluşacağımızı.
Tepelerde tutunmuş küçük bitkiler ve ağaçlar
her zaman büyük saygıyı ve övgüyü
hakederler. Çünkü sıradan bir şımarıklık,
rahatlık ve keyfiyet yoktur onların yaşamında.
Tam bir mücadele ve savaş vardır; yaşam
ve yaşatma savaşı...


Kumbağa Balıkçıları
Yalnızlığınız, tepelerle, rüzgarla, ışıkla konuşmanız
son bulur ve o sonun içinde insanlara ihtiyaç
duyarsınız. Ve bende dinlencenin, kendi sessizliğimin
sonunda insanlara merhabe dedim. Çay ve kahve
içtim onlarla. Sohbet içtim, tost yedim.
Doğrusu tost lezzetliydi; kahve ve çay
keyif vericiydi; tıpkı beni bir yabancı
kabul etmeyerek aralarına aldıkları
gibi.
Merhaba Hasan Bey, Merhaba Metin
Bey; selam olsun sizlere...


GECENİN İÇİNDEN



 Bu sabah yine o bildik süzülüşü yaptım şehrimin eski limanına. Bildik kahvaltısını ve sessiz seyrini… Gecede aynı yerdeydim ama günün ilk ışıkları ve ilk tazeliği gibi değildi gece. İnsan sesleri ile adeta yalnızlaşmış ve kimsesizleşmiş gibiydi. Üstelik benim masam; iğde ve şeftali ağaçlarının hemen yanı, başkalarının şamatacı lütfü ile onurlandırılıyordu.

 Gecenin içinden süzülerek geldim sabahın başladığı eski limana. Sessizlik kendi sesini, sahiplenişini çoktan yapmıştı bile. İğde ağaçları ile şeftali ağacı beni bekliyordu. Ev sahibi rahatlığı ile masamı düzenledim. Yiyeceklerim sabah beslenmesi adına yeterli görünüyordu; yumurta, domates, yeşilbiber ve beyaz peynir.

 Yalnızlık yalnız olmadığını bilerek çok güzel yaşanıyor. Her gördüğünü alıp gereksiz israfı da yapmamak; alabileceğini bildiğin halde almamak da öyledir. Her söze; hüzne, sevince, alkışa söylenecek bir şey olabileceği halde; söylemeyip yalnızlığa, sessizliğe bürünmek de öyle…

 Bir gül goncası ilkbaharı anlatıyordu sonbahara. Bir anne kedi, yavrusuna hayatı öğretiyordu; şımarık yavrusu zamanla öğrenirim oyun oynamayı sürdürme telaşı içindeydi. Yavru martılar yetişkinler gibi uçup, beslenme ustalığını; kendi kendilerine yetebileceklerini kanıtlıyorlardı. Limanın kirli suyu orada yaşamı ve yaşamayı seçen balıkların oyun bahçesine dönüşmüş; ışığın aydınlattığı limanda balıklar suya atılmış yiyeceği iştah ile yiyor ve zıplıyorlar.

İtalyan Şair Giusepe Ungaretti 1927 yılından ses veriyor; Bir Esinti;

 Duyarak gökyüzü/Sabahın kılıcını/Ve kucağına tırmanan tepeyi/Dönüyorum o tanıdık uyuma/Ölgün bir ağaç kümesi/Kavrıyor tepeyi dibinden/Birbirine dolanan dallardan/Yeniden doğan uçuşlar görüyorum/

 Bu dizeyi tekrarlarken ben, kendimi mavi minibüste buldum. Kuzey rüzgârı teslim almıştı beni. Doğrusu gönüllü bir teslimiyet içinde sabahın davetkârlığı beni batıya götürüyordu. Mavi minibüsün gideceği son yere; Kumbağ’a gittim. Şimdi, yaz ayın kalabalıkları yoktu orada.

 Geçtiğim yerlerde; Altınova ve Barboros; yağan yağmurun izleri; miller, molozlar insanlık abidesi gibi hâla duruyor orada. Yağmur bereket getirirken, insanlığın ve insanlığı yönetmeye talip olan yöneticilerin gözü önünde büyük gösterisini yapmıştı. Bizlere özel bir gösteri; doğayı sevmeyen ve doğayı her fırsatta katleden bizlere…

 Kısa sürede Kumbağ’a geldim. Deniz mutlu bir haykırış içinde; yenileniyor, tazeleniyor. Yağmur sonrası akan miller mavilik içinde sarı bölgeler oluşturmuş. Deniz, her şeyi yuttuğu, her savaşa tanıklık edip, içinde erittiği gibi insanlığın gözü önünde akan milleri de yerli yerine yerleştirecek elbet…

 Bildik tepeye, büyük kayanın yanına gittim. Öylesine uzandım boşluğun denizine, çevre tepelere ve şairinin dizelerine; gönül içliği ile sessiz bir titremeyle. Yine İtalyan Şair Giusepe Ungaretti seslendi 1929 baharından; Sessiz;

Üzümler olgun/tarla sürülmüş/Tepeler sıyrılmış bulutlardan/Yazın tozlu aynalarına/Gölgeler düşmüş/Belirsiz parmakları arasından/Işıltıları açık seçik/Ve uzak/Serçelerle uçuyor/son keder.

Şair Ungaretti bunları söylerken bende çevreme bakıyorum. Gerçekten de üzümler olgun ve tarlalar sürülmüş ve tepeler sıyrılmış bulutlardan.

 Sığırcık kuşlarının sesini o kendilerine has konuşmalarını duyunca şaşırdım. Sığırcık kuşları da göç eden kuşlardan olmasına rağmen daha göç etmemişler. Söyledikleri şarkımı, şiir mi yoksa sıradan bir sohbet miydi bilemiyorum. Ama çok içten seslenişler; belki de bu yılın bu yöreye bir ayrılık şarkısının seslenişleriydi…

 Yaz ayları sonbahara dönüşüyordu. Yağmurlarda başladı. Turizm beldesi karmaşasını bırakıp burada yaşayan insanlarına kavuşmuş ama az da olsa yazlıkçılardan kalan insanlar sığırcık kuşları gibi son günlerini geçiriyorlar.

 Tepenin esintisi çok güçlü bugün; aşağıdaki dalgalar ve tepenin rüzgârı iç içe geçmiş durumda. Beni karşılayan küçük köpek yavrusu umutla peşimden geldi. Benden önce beni sahiplendi. Etrafımda, bacaklarımın arasında dolandı durdu. Çeşitli yaramazlıklarla beni çocukluğuma getirmeye çalıştı ama nafile; ben bir derviş sessizliğinde başka seslerin peşindeydim…

 Ben, serçelerle, sığırcık kuşları ile uçacak son kederleri görmeye çalışıyordum; son kederleri… Martıları, kargaları, güvercinleri gördüm de yinede serçelerle uçacak son kederleri göremedim. Yunuslar da yoktu; o şımarık ve insana yakın hayvanlar.

 Bir yandan denizin senfonisi; bir yandan kulağımda çalan Ayşe Tütüncünün piyanosu ve bir yandan da Ungaretti’nin seslenişi; Ey Gençlik;

 Yola çıkma zamanı bitmiş sayılmaz/Yükselen gökler/Dizginlenemeyen atılım/Ve şimdiden terk edilmişim/ Kaybolmuşum sürünen kara duyguda.

 Güven Serin

23 Eylül 2011 Cuma

ERDEMLİ İNSAN

Müze Kuyruğu; bazen güneşin, bazen koyu
gölgelerin altında ağır ağır yürüdük.
Sadece maç kuyruklarının olmayışı ne güzel;
öğretilere, küçük bir bilgiye ulaşmak için birkaç
saat beklemek ne büyük bir erdem...
Mişka kitabının zeka fışkıran sayfalarının
birinde şöyle sesleniyor;

 "Her türlü kuraldan daha geniştir hayat.
Ahlak sadece bir imgeleme, hayat ise olup
biten şeylerdir. İnsan hayatına, günahtan çok
günah işlememak için alınan tedbirler zarar
getirmiştir."

Kamera; Güven  Dolmabahçe
Kapılar ve bahçeler, ardındaki gizli, aşikar
hikayeler; insanın hikayesi...
ERDEMLİ İNSAN



 Neredeyse doğar doğmaz bize verilmek istenen davranış biçimi “erdemli insan” olmak üzerine kuruludur. Anne ve babamızdan öte, nine ve dedemiz, yakın akrabalarımız ve komşularımız; bize verdikleri öğütlerde; erdemli insanın oluşması ve erdemli insanın kök salması üzerine olmuştur.

 Erdemli insan, yalan söylemez, hata yapmaz, yüksek sesle konuşmaz, istenen yardımları da geri çevirmez anlayışı da erdemli insanın yapması gereken ek işlerdendir. Daha çocukluğumun ilk zamanlarında çocukça sakız çiğniyordum. Civarın en sevilen ebesi; Ayten Abla’nın annesi, çocukça ve özgürce çiğnediğim sakızı gördü. Ve seslendi bana; “ bak çocuğum, erdemli insan öyle sakız çiğnemez!”

 Ben ki, daha erdemli insan olmamış halim ile bile çok utandım. O an, içerisi insanla dolu odada, diğer erdemli insanların içinde neredeyse yer yarılsa da yerin dibine girsem diye düşündüm. Sonra, civarın en sevilen ebesi Ayten Abla’nın erdem savunucusu annesine sordum; “ erdemli insan nasıl sakız çiğner?” O da zevk ile gösterdi bana. Yani, ağzımız iç açmadan ve sakızı hiçbir şekilde dışarı çıkartıp balon gibi şişirmeden; ağzımda sakız olduğu bile anlaşılmayacak… O gün, bugün sakızı öyle bir çiğnerim ki; ağzımda sakız var mıdır; yok mudur belli olmaz!

 Zengin çocukluğumun bol seçenekli sosyal tercihleri arasında kendimden büyük arkadaşlar da vardı. Bizler; benim gibi düşünen çocuklar bol oyunlu, bol maceralı hayatın içinde serpilirken, yakın akrabamdan Metin Dayım ise o günkü kuran kursunun dini daha iyi öğrenip, iyi bir insan olma yolunda ilk adımları atıyordu. Babası olan İsmail enişte de beş vakit namazında bir insandı. Çocuklarının da okuyup büyük adam olması yerine, kuran kursu görüp öyle yaşamlarını istiyordu. Ne var ki çocuklar dini bütün olma yolunda bol korkulu, bol nasihatli kuran eğitim almalarına almışlardı ama topluma uyum sorunları yaşıyorlardı. Daha oyun çağlarındaydılar. Eğrilmeleri, bükülmeleri ve ilim-fen, felsefe, sanat da öğrenmeleri gerekiyordu. Sadece korkuların öğretileri ile cennete bilet almaya çalışmanın çocukları; baba ve aileleri ile ters düşecek kadar erdemsizlik yapıyorlardı.

 İsmail enişte Metin Dayıyı kuran kursuna vermekle daha iyi bir ahlak, daha iyi bir erdem beklerken; ne hazindir ki erdem dedikleri şeyi bulamamışlardı. Sık sık beni yanlarına çağırırlar; küçük bir çocuktan istenebilecek yardımları isterlerdi. Güven; bakkala git. Şunu getir. Bunu al. Gel yanımıza; sen doğruyu söylersin; sen erdemli bir çocuksun diye de zaman zaman kendi usullerine göre benim erdemimden yararlanmak isterlerdi. O zaman; daha çocukluğumun en güzel, en heyecanlı zamanlarında erdem denen şeyin bize niye musallat olduğunu düşünürdüm.

 Erdem konusu, okul hayatımızda, iş hayatımızda sürüp gitti. Sınıfın haylaz öğrencisi durumundayken bile iyi giyinmem, tertipli olmam ve belki de daha o zamanlar felsefemin derinliğin kendi kaşığım ile karıştırmam nedeniyle; karneme zayıf notlar geldiğinde çalışkan öğrenci arkadaşlarım şaşırırdı. Sanki ben hiçbir şekilde zayıf alamam, karnemde kırık not olmazmış gibi bana çıkışırlar; “ Nasıl olur, senin gibi bir çocuk, erdemli bir insan zayıfı getirir!” Karnemin zayıflarla dolu olmasına üzülmezdim o kadar. Esas üzüldüğüm konu; arkadaşlarımın benden, benim gibi erdemli insandan bekledikleri karneyi gösteremediğim içindi.

 Aslında daha eğitimin ilk yıllarında okula, kapalı alanlara ve zoraki kıyafetlerin, düşüncelerin tek tip insan yetiştirme korkusuna alışamamıştım. Bütün tepkim; gizli duruşum; haylazlığımın sebebi bundandı. Ama bu sebebi ben bile keşfetmemiştim o zamanlar. Canım isteyince o dersten en iyi notu alıp; öğretmene “aferin” dedirttikten sonra bir yıl iyi bir not peşinde koşmuyordum. Sonuçta “aferin” alabileceğimi ispatlamıştım ya; bana yetiyordu. Arkadaşlarım arasında da en çalışkanlar kadar, en erdemliler kadar ilgi görüyor, bir şey sorulacağı, danışılacağı zaman benim de fikrim alınıyordu ya; o da mutlu ediyordu beni.

 Sonra, genç yaştaki yükselme devri başladı. Arka sıraların haylaz çocuğu Tekirdağ’da çalışkan çocuk olma çizgisine geçmişti. Arka sıraları terk edip ön sıralara geldim. Tabi ki 1.78 lik boy; arkamda oturan çocukları oldukça rahatsız ediyordu. Tahtayı ve tebeşir tozlarını iyi göremiyorlarmış. Fakat çalışkan ve erdemli olduğum için kısa zamanda benim boyumu ve en ön sırada oturuşumu kabul ettiler.

 Liseden sonra erdemli oluşum sayesinde lisans eğitimine başlayıp aynı zamanda iş hayatına da başlamıştım. Para ve mevkii çok çabuk kendini gösterdi. Doğal olarak benim erdemli oluşumu, akıllı oluşumu daha fazla insan övmeye, seslendirmeye başladı.

 Daha 19 yaşında bir odam, bir koltuğum sorumluluğumda 5 personel ve 145 kişilik bir öğrenci yurdunun yöneticisi olmuştum. Üç yıllık öğrencilik yıllarımdan sonra çıraklığım bitmiş kalfalığım başlamıştı. Ustalık çok çabuk geldi. Artık yeni görevim için Müdür Yardımcılığı için tebrik ediliyordum. Patronlarım sık sık; sen erdemli bir insansın, bizim oğlumuzsun deyip, gerekli gereksiz zamanlarda beni şımartmaya çalışıyorlardı.

 Erdemli olmayı, koltuk sahibi olmayı canım sıkılarak iki yıl yapabildim. Gördüm ki her koltuk, her sorumluluk; harika bir yük ve muhteşem bir fedakârlık demekti. Niçin? Daha çok çalışıp yan gelip yatmak için mi? Hiç sanmam! Belki de bir tutkunun muhteşem bir yolculuğunun insan denen canlıyı diğer canlılar tarafından en iyi oyalamak ve ondan en iyi fayda sağlamak için…

 Bir gün Gogol’a rastladım. Günümüzden 170 yıl önce yazdığı eseri Ölü Canlıları okudum. Zekânın güzel gösterisinde Gogol erdemli insan özerine bir konuşma yapıyor;

Ama ne derseniz deyin erdemli bir kahraman seçmedim kendime. Bunun nedenini size açıklayabilirim. Çünkü zavallı erdemli insanı rahat bırakmanın zamanı geldi de geçiyor; “erdemli insan” deyimi anlamını yitireli çok oluyor. Çünkü erdemli insanı ata çevirdiler. Ve onun sırtına binmeyen, kırbaçla ona istediğini yaptırmayan yazar kalmadı; çünkü erdemli insanı o kadar kemirdiler ki zavallı erdemin gölgesi kalmadı ve ondan geriye kaburgası ve derisi kaldı. Çünkü dürüst değiller erdemi insana karşı; çünkü saygıları yok erdemli insana. Evet, aşağılık insanlara da yüklenmenin zamanı geldi artık. Hadi artık birazda aşağılık insanlara yüklenelim.”

Değerli kalem arkadaşım Gogol erdemli insanı kurtarman en azından derisini posttaki yapmalarına karşı açtığın edebi savaş için sana minnettarım. Tüm erdemli insanlar; insancıklar adına…

Güven Serin







20 Eylül 2011 Salı

ZİYAFET

Kamera; Güven   Binbirdirek Sarnıcı-İstanbul
Sütun ormanına hoşgeldiniz. Biraz nem, bol tarih
ışık,taş ve mermerin hikayesi; aynı zamanda
insanın hikayesi...

Kamera; Güven  Binbirdirek Sarnıcı
Yunanca biliyorsanız sütunlara keski ile kazınmış
ustaların hikayelerini dinleyebilirsiniz.


Kamera; Güven Sultanahmet Meydanı
Alman mimarisi ile Türk mimarisi yanyana.
Bu meydanın geçmişi,yaşanan olayları, anlatacakları
kısacası başından geçmiş çok fazla
yaşanmışlığı var. Meydana geldiğinizdeki sessizlik
o yüzden ürpertir bedeninizi.


Kamera; Güven  Ayasofya
Rüzgar hafiften fısıldıyor; " bu mekanın büyüsü
her zaman farklıdır" diyor.

Kamera; Güven   Ayasofya
Uzun bir süre kilise, sonra cami ve Cumhuriyetle birlikte
 müze hizmeti veriyor.
1500 yıldır ayakta. 1500'lü yılların sonunda Mimar Sinan
taafından ilave edilen iki minare. Yerebatan Sarnıcına
bakan ve diğerlerine göre biraz daha geniş olan
iki minare...Diğer ikisi; ilki Fatih Sultan Mehmet
zamanında inşa ettirilmiş, ikincisi ise Topkapı
tarafında olan II. Beyazıt zamanında inşa
ettirilmiştir. 

Kamera; Güven  Ayasofya iç mekan.
Sanki mahşer yeri; insanlık sınanmaya değil
kendini sınamaya gelmiş...


Kamera; Güven   Ayasofya
107 sütunu, 1070 penceresi ve içine
ayak basan milyonlarca beden ve ruhun
imrenerek baktığı bu mekan, birçok sanat
eseri gibi huzur sunuyor; huzura muhtaç
güzel ve soylu insanlara...


Kamera; Güven Ayasofya (Kutsal Bilgelik)
Yerden yaklaşık 55 metre yükseklikte ve
32,6 metre genişlikteki büyük kubbe


Kamera; Güven  Ayasofya
Gezin, dolaşın ve Ayasofya'dan bile eski olan sütunlara
daha önce tanık oldukları dualara, ricalara, huzur
ve korkulara kulak verin.


Kamera; Güven  Dolmabahçe Sarayı
285 odası, 44 salonu ve 6 hamamı ile görkemli
bina insanı düşündürmeden edimiyor; En güçlü zamanda
en mütavazı yerler saray olurken, çöküş zamanı en
gösterişli saraylar neden, diye soruyorsunuz beyninizdeki
susmak bilmeyen şımarık hücrelere...


Kamera; Güven Dolmabahçe Sarayı


ZİYAFET



 Bazen insan kendini bile şaşırtmalı. Hiç umulmadık biçimde kendi kendine adamakıllı bir ziyafet hazırlamalı. Ziyafet deyince çoğumuzun aklına anlı şanlı çilingir sofrası gelir. Etler, mezeler ve çeşitli içkilerden oluşmuş iyi bir sofra hazırlamak hüner ister. Hangi içkilerle hangi balıklar, hangi kırmızı etler nasıl hazırlanır, ne şekilde sunulur; bu da sofranın usta ellerinin işidir.

 Özenerek hazırlanan sofranın da ağır adamları ile ağır kadınları olmalı. İyi bir çilingir sofrasını bütünleyen, sofraya sanatsal bir duruş katan insanın kendisidir. İnsansız, ne loşluğu aydınlatan mumun, ne de etlerin, mezelerin ve içkinin bir önemi vardır.

 Ağzınıza attığınız her lokma, her yudum içki ağzınızdaki tat askerlerini içtimaa çağırmalı. Bütün bunları ben niye anlatıyorum? Amacım içkiden, etlerden, mezelerden oluşmuş bir sofra kurmak değil ki! Okuyucu zahmete girip sormadan ben kendi ziyafetimi anlatmaya başlıyorum.

 Bugünün menüsü çok zengin; paha biçilemez ve satın alınamayacak kadar da değerli… 200 yıl ile 1700 yıl arası değişen tatları hep birlikte ağzımızı şapırdata şapırdata yiyeceğiz. Sunulacak bu ziyafetin en önemli özelliği azmederek yeme kültürüne sahip olmalıyız. Birazdan ruhumuzu besleyen kiler bizim için açılacak. Ve içinde sağladığı sanki ölümsüz insanlara hazırlanmış ve hiç bozulmayan reçeller, turşular, tarhanalar, kuskuslar, karpuzlar, kavunlar, pirinçler, un yağ, tuz…

 Bana öyle geliyor ki ben yine başka bir yola saptım. Tamam, şimdi asıl sofraya geliyorum. Şimdi anlatmam gereken ziyafete geliyorum: taştan, mermerden, mimari, mühendislik ve tinsel görüntülerden oluşmuş büyük ziyafet.

 Bu ziyafetin en önemli özelliği ağzınız ve midenizin çalışması yerine; ayaklarınız, gözleriniz, beyin hücreleriniz ve ruhunuz çalışacaktır. Adeta beslenmek için çırpınacaktır ruhunuz.

 Güne neyle başlarsınız? Kahve veya çay ile. Bende öyle yaptım; kahve keyfini ziyafetin birinci adımı olarak Sultanahmet’te bulunan Binbirdirek Sarnıcında yudumladım. Binbirdirek Sarnıcı sütun ormanından oluşmuş bir yer. Geçmişi yüzyıllar öncesine Roma zamanına kadar uzanıyor. Güne böyle bir ormanda başlayıp, hünerli ellerin keski, beden kuvveti ve ruhlarının inceliği ile ortaya koydukları sanata alışık olsanız da bir kez daha şaşırtıyor insanı.

 Günün ilk ışıkları ile Binbirdireğin loş ışıkları; nem ve eskinin buğulu kokusu; böyle bir ziyafete aç olan insana, karanfil kokusu kadar güzel ve çekici geliyor. Sanki çocukluk sevgiliniz ile karşı karşıya gelip de bir sürü şey söyleyeceğiniz halde küçük ve mahcup bir sırıtıştan başka hiçbir şey yapmamak gibi duygu yaşarsınız; taş ve mermer ormanının içinde.

 Ziyafet menüsünde ikinci yemek; yani sabah kahvesinden çok daha çeşidi olan öğle yemeği yerine geçecek büyük kilise Ayasofya var. 100 ustanın, 10 bin işçinin çalıştığı 107 sütun üzerinde muhteşem büyüklükte görünen Ayasofya. 1070 penceresi gün ışığını öğle ziyafetine sunmaktan dolayı onur duyuyor. Işık sonbaharın ötesinde bir aydınlatma ile adeta çılgın bir gösteri sunuyor. Büyük kubbe, yaslandığı yarım kubbeler ve sütunlar; güzel, akıllı, çekici bir sanat kadını görünümündeler…

 Ayasofya maşher yeri gibi; içinde bin bir çeşit insan barındırıyor. Sanırım kapılar kapanıp içeride bulunan insanlar bir araya toplanıp, kimlikleri, duyguları sorulsa; büyük çoğunluğu büyük ziyafetin onurlu buluşması nedeniyle evrene seslenerek; insan olmak, sevmek güzel şeydir diyeceklerdir. İnsan olmayı, güzel duyguları da ziyafetin önemli menüsü olan mimari ve mühendislik şaheseri Ayasofya yaşattı. Bunca insan, yüzyıllara meydan okuyan bu esere koşuyor…

 Bu yapı artık bizim olmaktan çıkıp tüm dünyaya aittir. Öne kilise, sonra cami ve büyük dehanın isteği ile müze olmuştur. Belki de olması gereken; tün insanların, insanlığı geleceği, onu içinde barındırdığı tinsellikle ziyaret edeceği bir yer.

 Kim bilir kaç kez geldim bu ziyafete. Ama hiçbirisi bu kadar lezzetli olmamıştı. Anladım ki bu ziyafet, saatlerce sürmeli. Geçen saatlerde hünerli ellerin mimari ve mühendislik ile nasıl buluştuğu da anlatılmalı. Sağa, sola büyük kubbeye, farklı mermerlerden oluşmuş sütunlara bakmaya ve içinde barındırdığı gizemli koku, ses dalgasının aşkını yaşamaya bıkmamıştım ama bedenimi dik tutan omuriliğim yorulduğumun sancılarını da yapmaktan geri kalmadı. Zaten sırada da akşam yemeği niyetine başka bir ziyafetin son menüsü vardı.

 Üçüncü yer; yani kendime sunduğum ve daha sonra sizlerle paylaştığım ziyafet; Dolmabahçe Sarayıdır. Milli Saraylarımız içinde en görkemlilerinden birisidir. Boğazın kenarında batı mimarisi ile Türk evi kullanımı arzulanarak büyük bedeller ödenerek hazırlanmış ve meydana getirilmiş eserler topluluğu.

 Dolmabahçe Sarayı 285 odası, 44 salonu ve 6 hamamı ile baş döndürücü bir yer. Avrupa kıtasının kıyısında, Asya kıtasının yalılarına göz süzüşle hafif gerdan kırarak bakan bu mekân; Osmanlı İmparatorluğunun da çöküş zamanını ve çöküşün çok güzel bir mimari makyaj ile örtüldüğünün de muhteşem bir kanıtı gibidir.

 Bu menüde aklımda kalan bir sürü sanat çalışması, gösterisi var ama en önemlisi muayede salonudur. Ziyafetimin önemli bir tadıdır. 2000 metre kare kullanım alanı, 56 sütunu, yüksekliği 36 metreyi bulan kubbesi kubbeye bağlı 4,5 ton ağırlığındaki İngiliz yapımı avizesi ile saatlerce yenile bilecek bir ziyafet.

 Bu ziyafet sonrası yine her zamanki gibi; övünç, felsefe, mahcubiyet yaşadım. Elbette tarihi ziyafetleri o dönemlerindeki oluşumlara, olayların akışına göre değerlendirmek lazımdır. Fakat yok oluşa giden yolda hazırı satın almak, büyük saraylar yapmak, büyük ihtişamlar yaşayıp, içinde halkın ve halkında içinde sanat, felsefe, çalışma ruhları eksikse; çöküşler de muhteşem oluyor…

 Güven Serin















 

16 Eylül 2011 Cuma

DOĞA ve İNSAN

Kamera; Güven Kaz Dağları(İda)
Sarıkız Tepesi
Doğa insandan çok önce vardı. İnsan doğaya
efendilik yapmaya soyundu; doğa bu efendiliğe
kıkır kıkır gülümsüyor; zavallı insanın efendiliğine...

Kaz Dağları
Taş, toprak, bitki ve ağaçlar; aynı zamanda
efsanelerin diyarı. Hayal gücünüzü ne kadar
zorlarsanız; bugünün soylu gerçeklerinden
o kadar uzaklaşır ve insanca bir dinginliğin
en güzel solunumunu yaparsınız...


Kamera; Güven Kaz (İda) Dağları
Kızıl ve Kara Çam Ağaçlarının Diyarı
Dağların içinde kıvrılan yollar;ruhumuza kıvrılan yollar gibi
öğrennmenin öğretilerini sunmak için bizi bekleyorlar.
Aç ve vahşi insanoğlu; ne zaman ki tabiatın
patikalarını sakince ve nazikçe gezmeye başlayacak,
ne zaman ki tüm dünyaya barış ve sevgi içinde
bakacak; o zaman ; işte o zaman büyük ödüle
kavuşacak; belki de insanı ürpertecek kadar büyük
bir ödül...

Bu diyarın soylu insanları; içinde barındırdığı zengin ve muhteşem
kültürleri birazcak anlamaya çalışsaydı;
"ihanet" denen söz de farklı algılanırdı o zaman.
Denizin dalğasını, tabiatın fırtınasını ihanet
diye görürsen; toplumların içindeki farklı
insan kültürlerini de öyle algılarsın; hiçbir çaba
göstermeden canları yok edersin... Ne acı...

DOGA İLE SOHBET



 Bazen bu kadar büyük kalabalıkta; insan kaynayan şehirlerde yalnız hissederiz kendimizi. Sesimiz çıkmak istemez. Soluğumuz varlık ile yokluk arasında bir çağrı bekler. İnsandan çok tabiattan gelecek daveti beklersiniz.

 Şehri dolaşan rüzgâr bir şeyler mırıldanıyordu bana. Başka şehirlerin, kasabaların, köylerin davetkâr kokularını, seslerini, folklorlarını hatırlatıyor. Takılıp kaldığımız, üst üste yaşadığımız şehirleri özlemek ve farklı açılardan görmek için çıkıp gezmemi söylüyordu rüzgâr.

 Bende öyle yaptım; şehrin kavgasını şehirde bırakıp bir gezgin gibi çocukluğumun düşlerini, sırlarını taşıyan nehrine gittim. Çok uzaklardan geliyor; dağlardan, ovalardan, vadilerden geçip Ege ile birleşiyor.

 Nehir, bir şeyler anlatmak istiyor gibi geldi bana. Biz insanlık abidesi, gurur ve kibir yüklü canlılara bir şeyler söylüyordu doğanın erdemli ve sabırlı öğretileri adına. Kıvrılıyor, iki ülke arasındaki sınırlara gülüp geçiyor. Bir kıyısı Yunanistan, bir kıyısı da Türkiye! Nehir, böyle bir ayrılık istemediği ve ayrılıklara da meydan okuduğu belli! Bazen kıvrılıyor; bir öteki kıyaya, bir beriki kıyıya sokuluyor.

 Nehir, kendi yatağını binlerce yıl öncesinden oluşturmuş. İnsanlığın kavgaları, ayrılıkları başlamadan! Kıvrım kıvrım olan nehir; her şeyin düz olmayacağını, doğruluğun yanında eğriliğinde olabileceğini anlatıyor. Her eğrinin; kendi doğrusuna kavuşmak gerektiğini de bir süre sonra düz bir çizgi halinde coşkulu bir akışın içinde anlatıyor. Ne kadar eğri olursan ol, en sonunda doğruluğa, hakka-adalete muhtaçlığımızı; zorunlu olduğumuzu söylüyor.

 Nehir, doğanın bize verdiği en güzel zenginliklerden birisi! Sınırları çizen, sınırları yok sayan, başka ülkelerde doğup da, bizim ülkemize ve oradan da insanlığın ortak denizine uzanan yorgunluk yerine sürekli suların türküsünü söyleyen nehirdir. Yatağını sık sık değişime zorlayan, insanın gem vurmasına kızıp, başka karaların içine sokulup; onlarca kola ayrılan da nehirdir. Ayrılığın zayıflama demek, ayrılığın yok oluş demek olduğunu anlatır bize; güçlü gövdenin; bir arada coşkulu bir şekilde akarken; ayrılığa zorlanması…

 Ülkeleri oluşturan insanların bir arada olması da coşkulu bir nehir gibidir. Çalışkanlık, bereket, ilim ve sanat üretirler. Ama nehirlere vurulmaya çalışılan gemler gibi insanlara vurulmaya başlayan kötülüğün gemleri; zehirli dikenleri en güçlü toplumları da nehrin kolları gibi kollara ayırır. Ayrılığın sebebi çoktur belki. İç içe geçmiş ve kangren olana kadar sessiz kalınmış sebepler…

 Bu toprakların üzerindeki ülkemi ve ülkemin diğer ülkeler ile arasında akan nehrini biraz daha iyi anlasaydık; diğer nehirleri de, o nehirlerin etrafında yaşayan insanları da anlamış olurduk. Yapacağımız her türlü teknolojik yapıyı; doğanın bağrını deşmeden ve onun diğer canlılara ulaşmasını engellemeden yapardık. Mühendislik ile övünürken, mimari ile de aynı orantıda övünebilsek; mimariyi uygularken, tarihin, tabiatın hiçbir tarafgirlik yapmadan bize anlattıklarını da anlamış olurduk.

 İnsanlık hizmeti sunacağız derken; neşe taşıyan, mil ve tarih taşıyan nehirleri doğal dengeleri içinde bırakabilirdik. Onların eğrilerine bakıp, kendi eğrilerimizle yüzleşir, onların doğrularını görünce, doğruluğun resminin çok daha uzağı gösterdiğini, görüş zevkinin insanda aydınlık yarattığını da anlardık.

 Öylesine akıyor nehir. Bir ülkeden diğer ülkeye doğru… Sonra, Yunanistan ile Türkiye arasında kavgalara son vermiş bir hakem gibi düdüğünü öttüre öttüre Ege Denizine yaklaşıyor. Bazı yerlerde obur, hiç doymak bilmeyen bir insan gibi genişliyor. Bazı yerlerde gizemli bir canlı gibi küçük dehlizler oluşturup, su canlılarına hayatta kalma, üreme, oyun oynama alanları yaratıyor.

 Nehir, Ege Denizine yaklaşırken iyice daralıyor. Belki de yaşamlarımızın; doğum ile son bulma anını; başka yaşama dönüşme anını; daralmak ile anlatmak istiyor. Biraz ötede, efsaneleri ile ünlü, adaları ve girintili, çıkıntıları ile gizemli bir mavilik uzanıyor.

 Evren hiç durmadan yepyeni ulaşılmazlıklara doğru genişlerken; Meriç Nehri Ege’ye doğru genişliyor. Bir süre sonra; Meriç Nehri, Ege Denizi oluyor. Dönüşüm başlıyor; dağlardan, ormanlardan ve vadilerden; ovalara; ovalardan denizlere; denizlerden karalara doğru…

 Meriç Nehrinin beri tarafında ıssızlığı delen kurbağa, kuş seslerine kulak kesildim. Yeşilin, sarının, kahverenginin her tonunu görüyorum; nehrin kenarında yaşayan sazlarda, otlarda. Orayı yaşam alanı; o sazlıkları, otları yaşam bilmiş on binlerce kuş, böcek ve hayvan; kendi biyolojik saatlerini yaşıyorlar; bizim yaşadığımız dünyanın hemen yanı başında.

 Doğa şimdilik, hiçbir hali ile kavga etmiyor gibi görünüyor. Sadece iyi anlaşılmak şartı ile sürekli gülümsüyor, bir şeyler anlatıyor bize. Bugün; doğanın dili ve ağzı; kendi hikâyesini anlatan Meriç Nehri oldu. Belki yarın, başka bir ağız, dil ve göz; başka bir türküyü, hikâyeyi anlatacak ve bizler kendi kavgalarımıza, gürültülerimize dalmış olduğumuz için; anlatılanları anlamayarak; kaderin; kara bahtı diye algılayacağımız anlamlar ile kavgalar edip, yine karalar bağlayacağız…

 Güven Serin










12 Eylül 2011 Pazartesi

İŞTE GELDİK GİDİYORUZ

Kamera; Güven     Tekirdağ
Bir keman sesi yayılır mavinin boşluğuna
Haylazlığınız dinginliğin hatırlatmasını yapar
Bir ses;sanatın sanatçısı seslenir;
Bir çiviyi çakar gibi
vura vura günlere...

Kamera; Güven     Tekirdağ
Bakışlar
Çığlık çığılığa yükselirken dünyanın
diğer sesleri; çeşit çeşit ahlak oyunları
fotbol oyunları kadar hız kazanmışsa ve
galeyana gelmiş insanlar insanlık adına
baş parmağını aşağa indirip ölüm-vahşet
istiyorlarsa; siz; bakışlarınızı bir başka yönün
masumiyetine, merhametine, tabi ahlakına
çevirin. En güzel ahlak; kendi iç huzurunuz
ile duyacağınız ahlaktır. Ve, bakışlarınız
gözgöze gelir başınız öne eğilmeden.


İŞTE GELDİK GİDİYORUZ



 Geçmişte söylenmiş, geçmişte bestelenmiş bazı şarkıları aynı tazelikte, aynı etki içinde dinliyorum. Büyük bir keyifle; vazgeçemediğim, geçmeyeceğim sanatçılardan birisi de Cem Karaca’dır. Ne ölüm, ne başka bir şey; sesi, yorumu ve felsefesi; vazgeçilmez… İşte ustanın özlemle dinlediğim ve çalışmama başlık olan şarkısı;

Dörtnala gidiyoruz bizi bekleyen yere. Bizi bekleyen yere. Halimize şükran mı, isyan mı etmeli, bir ömür bir rüyaysa, uyanıp kalkmamalı mı? İşte geldik gidiyoruz, bilinmez bir diyara, işte geldik gidiyoruz bilinmez bir diyara. Eskiden karpuz idik, şimdi döndük; biz, hıyara…”

 Şarkının bende uyandırdığı heyecan gidiş yolculuğuna yaklaşmış olmam “son çeyrek” adına şehrimin sokaklarında, parklarında ilk kez dalaşıyormuşum gibi tekrar ve yeniden bir kâşif gibi dolaştım. Limana inen taş merdivenlerin yakınında yaşlı çam ağaçlarının altında bulunan banka oturdum. Sonbaharın esintisi, ağaçların yüksek oluşunun koyu gölgesi benden başka bir sürü insanı da buraya toplamıştı.

 Kalabalık bir gurup, yeni kuracakları derneğin son hazırlıklarını; yaşlı çam ağaçların hemen altında yapıyorlardı. Kuracakları dernek daha resmiyet kazanmamıştı ama heyecanları, yüzlerine takındıkları samimiyet; bu işin çoktan olduğunu anlatıyordu bana. Sonra, bir takım kâğıtlar imzalamadan önce fiili başkanları bir konuşma yaptı. Konuşmanın konusu kuracakları dernekle ilgiydi ama ilgimi çeken tarafı, başkanları daha şimdiden siyasete bulaşmayacaklarının, siyaset üstü hizmet edeceklerinin mesajını birkaç kez tekrarlayarak yaptı. Zaten, bir sürü sivil toplum örgütlenmeleri de kısır siyaset oyunlarını, seçeneklerini girdaba; girdaplara çevirmedi mi?

 Bana yakın olan diğer bankta ise iki erkek; iki arkadaş oturuyordu. Sanırım yaşları benim yaşıma çok yakın. Orta yaş dinginliği içinde farklı şehirlerde yaşamanın özlemi ile kucaklaştılar ilk önce. Dertleşme devam ederken Tekirdağ’da yaşayan siyah saçlı erkek; “dün akşam seni rüyamda gördüm Ali’ciğim.” Dedi.

 Kızıl saçlı olanın adı Ali imiş. Ali rüya lafını duyunca heyecanlandı ; “ nasıl bir rüya!” diye rüyanın açılımını istedi. Siyah saçlı erkek; zaten Ali anlatma dese de anlatacak heyecan içinde gülümseyerek anlatmaya başladı;

“ Seninle Ege’nin güzel şehri İzmir’de buluşmuşuz. Ama sen buluşma yerine iki güzel kadınla geldin. İnanılmaz güzellerdi. Kadınlar yarı çıplak görüntü içinde şehvetli bir kasırga estiriyorlardı. Sen iki kadın arasında tercih yapmakta zorlanıyordun. Simsiyah saçları olanı tercih edip, oradan siyah saçlı kadınla ayrılırken; yarı çıplak haldeki sarı saçlı kadın seslendi; ‘ben hamileyim’ dedi.”

 Rüyayı büyük bir heyecan içinde dinleyen kızıl saçlı; ismi Ali olan erkek; son cümle “ben hamileyim” karşısında adeta nutku tutuldu ve “ ağabeyciğim nasıl rüyaymış; sanki kâbus bu!” İki erkek ovaya salınmış atlar gibi neşeli gülmeye başladılar. Bu gülmenin içinde bir araya gelmenin ve özlem gidermenin yanında gerçek hayatta “ben hamileyim” diyen sevgililerinin olmayışı da vardı elbet.

 İşte geldik gidiyoruz, şarkısının beynimdeki taze heyecanı iteneğini oluşturmuş, gidişat içinde gördüklerimi bir bir daha ölmemiş, diriliğini koruyan beyin nöronlarıma kaydettim. Karşımdaki derneğin evrakları imzalanıyor, birbirinin heyecan içinde tebrik ediyorlardı. Yan tarafımdaki iki dost; siyah ve kızıl saçlı adamlar; rüya sohbetini başka boyutlara taşımış, gençlik yıllarının çocuksu eğlencelerinde kaybolup gitmişlerdi. Ben, daha birkaç gün önce internette yeni keşfettiğim “Mıknatıs” ismindeki bloggerde okuduğum “yardım” ismindeki yazının etkisinde, yazının irdelemesi içindeydim.

 Zülfü Livaneli’nin Serenad kitabındaki kadın kahramanımız “Maya” gibi bir yazarla mı tanışmıştım; yoksa ondan da öte; Maya gibi ufku geniş, enerjisi iç bitmeyen döngünün enerjisi gibi bir sürü insandan birisine mi rastlamıştım? Bu çalışma beni niye bu kadar etkilemişti. Bilinen kelimeler, bilinen nasihatler ve yol göstermeler bu çalışmada da var; ama farklılık neydi?

 Mıknatıs isimle blogda 2009’dan bu yana yayınlanmış onlarca çalışma var. Sessizce ve nazikçe kendi bahçesini oluşturmuşlar; ne büyük alkışları, ne büyük kazançları düşünerek; sadece içe baskı yapan sosyal enerjinin deprem etkisini beklemeden belki de yakıcı değil var edici lavların püskürmesiydi bu çalışmalar.

Silva “yardım” isimli çalışmasında şöyle sesleniyordu insana; belki de insanlığa;

Susuyorsun…

Kızıyorsun…

Yardım et diyorsun

 Nasıl anlatsam, bu yolculuğa herkesin tek başına çıkmak zorunda olduğunu… Karanlık görünüyor yol, biliyorum ama o yolu aydınlatacak ışığın da sadece senin yüreğinde olduğunu… Gözlerini kapattığın sürece ışığı göremeyeceğini yani asıl sorunun karanlık olmadığını nasıl anlatmalı…

Uğultu kesilmeden, sessizlik gelmez… Sesler kesilmeden yolculuk başlamaz… Yanına arkadaş aramaktan vazgeç… Aradığını ancak kendi rehberliğinde bulabilirsin…

Sahi, kendinden neden bu kadar korkuyorsun?...

Güven Serin



























7 Eylül 2011 Çarşamba

ŞARKININ RUHU

Kamera; Güven Kumbağ-Tekirdağ
Deniz coşmuş; rüzgar coşmuş; ikiside mutlu;
temizliğin, dengenin, farklılığın şarkısını söylüyorlar.
Ben esmesem; ben de coşmasam; bu durgunluk,
bu koku, bu uyuşukluk öldürür sizi, diyorlar.

Kamera; Güven Kumbağ
Tepe sessiz; büyük sanatçı kendi sanatını
gösterime koymuş. Esinti yalıyor ruhum ile bedenimi;
aynı anda, ürpertili bir cesaret veriyor; yaşamaktan
bezmiş canlılara inat;yaşam güzeldir,anlamlıdır,
diyor; anlamlıdır...


Kamera; Güven Kumbağ
Marmara; mavinin, yeşilin ve griliğin krallığının
başladığı deniz. Çevresini sarmış korkunç insan
kalabalıkları muhteşem bir sanat banyosuna
çok uzaklar. İçten ve sessiz yaşayanlar var bu
güzellikleri; en büyük makinaların kaldıramayacağı,
en büyük gemilerin taşıyamayacağı kadar büyük
yükleri almışlar da yine sessizce sevdanın
türküsünü söylerler; sessizce...

Kamera; Güven Kumbağ
Değişim; insandan çok önce başladı. İnsan,
ilkönce kendisini tanımladı ve sonra etarfındaki
değişimleri. Ama ne kadar yeterli bir tanımlama
ve anlamaydı insanınkisi! Tanımların içine
hapsolmuş insan; başka bedenlerin, başka ruhların
sevdalarının, hüzünlerinin baskın tortuları ile
kendi tazeliklerini veremeden çekip gider;
hayret bir işkencenin yalan dünya,
sitemleri ile.
ŞARKININ RUHU



 Müziğin insan ruhuna olan katkısı herkes tarafından bilinir. Müziğe hayat veren çalgı aletleri ve aynı zamanda insan ruhunun dışa süzülmesidir. İnsan ile çalgı aletlerinin ortaklaşa işbirliği sayesinde dinlemeye doyamadığımız şarkılar çıkar ortaya.

 Bazen, bir ıslık, bir kaval, klarnet, kanun, keman, saz; tek başına kendi ruhunu üfler. Bir şeyler anlatır biz insanlara. Aslında anlatılan öykü; yine insanın öyküsüdür. İnsanın yaşadığı sevinçler, coşkular ve göbeğini dahi saran sızılar; müziğin içindeki notalarda gizlidir.

 Mekâna girdiğimde ıssız bir ortam vardı. Duvara dayanmış genç bir çocuk, kendi halinde hiçbir şey yapmadan öylesine duruyordu. Sonra, tüm sessizlik dinleyici rolünde genç çocuğun ezgisine kulak kesildi. Bir şarkı mırıldanıyordu genç çocuk; sanki bir masal töreni başlayacaktı az sonra. Kral ve mahiyeti gelecek; tanrılara adanmış kurbanları sunak taşında kesecekler gibi; çocuk, burukluğun, son anın şarkısını söyler gibiydi. Şarkının tonunda coşku değil, bir acı, bir kaybedişin hikâyesi gizliydi.

 Aslında İnsan denen canlının geçmişinde de bu mırıltılar, bu melodiler gizlidir. İnsan, azgın doğanın, doymak bilmeyen kralların savaşlarına, katliamlarına; kanla yoğrulan ekmeklerine bir şifa niyetine şarkıları yaratmıştır. Belki ilk zamanlar; bir ıslık, küçük bir nefes, mırıltıydı…

 O yüzden, insanlardan kalan eski yapılar; özellikle tarihi ahşap ve taş binalar; tüm ıssızlığın, viranlığı içinde bir şarkı söylerler. Şarkılar, bazen sevdalı bir erkeğin ağzından yayılırken, çoğunluk olarak kızların, kadınların dudaklarından doğarlar. Cumbalı evlerin ana kapıları oldukça gösterişli ve özel süslemeli olurdu. Bahçelerindeki karanfiller, güller, erguvanlar, zambaklar mevsimlerin geçiş törenini, zamanını bildiriyordu. Ahşap evlerin merdivenlerinden yukarıya çıkarken; insanın şarkısı yerine ahşabın gıcırtılı türküsü söylenir.

 Aynı özellikleri taş; tarihi taş binalarda da bulabilirsiniz. İnsanın izi, şarkısı, coşkusu, hüznü; bu mekânlara kazanmıştır. Sanki ilahi gücün sahibi; insan eli, insan hüneri ile oluşturulmuş ve ciddi bir emek harcanmış tarihi taş binalarda; bir ödül verir gibi tekrar insana dönen bir ödül vardır; ıssızlığın krallığının hüküm sürdüğü loş mekânlarda.

 Her hangi bir çalgı aleti çalan insanlar ile şarkı söyleyen insanların taşıyıcı, dağıtıcı ve paylaşımcı özellikleri vardır. Yıllar, hatta yüzyıllar önce söylenmiş ağıtları, şarkıları, türküleri; bugüne taşırlar. Bugüne aktarırlar. O yüzden bu insanların, insana ve bizden önce yaşayan insanlara minnettarlık uyandıracak katkıları vardır.

 Bir mekân düşünün! Ahşap veya taş bir mekân. Sizden önce ve sizinle ıssızlığını bozmamış olsun. Ama size sessizce hoş geldin desin. Ve sizin ayak sesleriniz, size kadar gelen melodinin-ezginin uyarısı ile sessizliğe bürünsün. O an, ne zamanın önemi vardır, ne kötülüğün. Tüm ıssızlık mutluluğun paylaşımına ev sahipliği yapmanın onurunu yaşar. Bir ezgi duyulur; yanık sesli bir kadının şarkısı başlar. Belki, kadın şarkısına ara verince ardından dünyayı anlamayı bırakıp, sadece şarkılarda hayat bulmuş bir erkek kendi şarkısına söylemeye başlar.

 Şarkısız mekânların tadı-tuzu yoktur. Boşturlar. Kendi dönenceleri içinde ıssızlığın körlüğü; korku ve sıkkınlık yaratırlar. Şarkıların ölümsüz doğası öyle güçlüdür ki, en ıssız, en korkulu, en can sıkıcı yerde bile neşe; kök salmaya başlar. Toprağın altına inen, taş ve ahşap mekândan dışarıya kadar süzülen insan sesini duyar ve insanın insana yaşattığı değişimi, mutluluğu sıra dışı bir olgu gibi kabul edersiniz. Bu yüzden, insansız evler; boynu bükük, gözleri kapalıdır. Perdeleri sararmaya başlar; camda yaşayan çiçekler kurur ve ölür.

Şimdi; bu zamanda; şehrimde geriye kalan birkaç ahşap ve taş mekânın ıssızlığı içinde yürürken bir şarkı geliyor kulağıma. Bir kadının, bir erkeğe adanmış şarkısı.

Ah Alişimin kaşları kara/Aman sen açtın sineme yare/ Bulmadın derdime çare aman/ Görmedin mi o civan Alişimi Tuna boyunda/ Görmedin mi o civan Alişimi Tuna boyunda/ Ah evleri var hane hane aman/ Benleri var tane tane/

 Güven Serin













6 Eylül 2011 Salı

ÇİÇEKÇİ KADIN

Kamera; Güven  Moda -İstanbul
Selçuk Bey'in evi.
Bir sanatçının evi nasıl olur; diye düşündüğünüzde
fotoğraftaki gibi olur,derim. İçim, sanat kokan
resim, kitap, heykel,fikir, felsefe ile dobdolu
bir mekan derim...

Kamera; Güven  Haydarpaşa Tren Garı
Gece ağır ağır iniyor günün üzerine.
Mavilik; ışığın mavisi; insanın, sevginin mavisi
geçenin içinde, diğer gündüzlerin hayallerine
dalıyor.

ÇİÇEKÇİ KADIN



 Hafif bir rüzgâr esti ve çiçekçi kadının çiçeklerinden üç-dört tanesi yere devrildi. Aslında esinti küçük yeldi. Zaten küçük bir yelin-esintinin hükmü de küçük saksıda bulunan çiçeklere geçer. Devrilenler, en küçük saksılarda olan çiçeklerdi.

 Çiçekçi kadını bir-kaç yıldan beri tanıyorum. Dükkânına çiçek almak için uğradığım zamanlar; çiçeklerin etkisinden mi, kendi mizacı mı bilinmez; huzur ve neşeye merdiven dayamakla meşgul bulurum onu.

 Çiçeklerinin devrildiğini hafif bir yel esintisi oldu, dediğimde önce teşekkür etti. Sonra, güle-oynaya; yaramaz çocukları eve toplayan bir anne şefkatinde devrilen çiçek saksılarını kaldırdı.

 Çiçekçi kadın, çiçekleri kaldırdıktan sonra, çiçekler hakkında bir söz söyledi; “ Aslında çiçekler ne kadar hırpalanırsa o kadar iyi büyürler.” Çiçekçi kadının söylediğin yakın bir zaman önce bilim dergisinde okumuştum. Bun benzer bir araştırmanın sonucuydu. Dergide şöyle diyordu; “ belli bitkiler incelendiğinde, o bitkilerin hayvanlar tarafından koparılıp, yendikten sonraki kalan kısımlarının çok hızlı büyüdüğü, çoğaldığı bilimsel olarak ispatlandı.” Bazı bitiklerin, çiçeklerin; koparılma, kırılma, yenme karşısında hızla çoğaldığı; belki de doğanın sonsuzda yüzen evrende, inanılmaz bir hayatta kalma mücadelesinin sanatsal gösterisidir.

 Çay ve sigara molam bitti. Çiçekçi kadının küçük bir esinti sayesinde hırpalanan çiçeklerinin yanından ayrılıp, günün içine, normal yaşantıma döndüm. Her gün tekrarlanan, hayatı öldürüp, dirilttiğimiz yaşantıya… Fakat kayıt düğmesi, tabiatın durdurulamaz işlemleri gibi kendi işlemini çoktan yapmıştı.

 Akşam olunca göç zamanı başlar. Tüm kuşlar evlerine döner. Bende öyle yapmak için yola çıktım. Şehri Tekirdağ’ın kaldırımsız caddelerinde yürüdüm. Hemen her yerden çıkan, iblisten daha acımasız olan araçlara ezilmemek için, birçok zikzak çizdim. Bunun adı yürüyüş olmamalı! Bunun adı; akrobasi gösterisi olmalı!

 Yolun yarısını almıştım ki bir ses; çiçekçi kadını sesi çınlıyor, beynimin en yüksek tepesinde; “ Çiçekler ne kadar hırpalanırsalar daha iyi, daha çabuk büyürler.” Çiçekçi kadının gün içinde söylediği ve beynimin kayıt ettiği söz; kendi içinde bir yer edinmek, kendi felsefesini makaleye aktarmak istiyordu. Yazının ruhu böyledir işte! Günün, önceki günlerin içinden esen rüzgârların, sözlerin içinden çıkıp; kendi bedenini oluştururlar. Hepsi yaşayan bir canlı gibi, öncü birer kuvvet olurlar; insanın insanlığa attığı adımlarda.

 Bu ses, ne anlatmaya çalışıyordu? Bunu düşünürken bulmaca çözülmeye başladı. Çiçekçi kadının sesi dondu ve bir kenarda durdu. Sabah yürüyüşünde tanıştığım Ukrayna’nın Odessa şehrinden yola çıkmış genç adam; limana yanaşan Malta bandıralı gemide çalışıyor. İsmi Denis. Denis aynı zamanda Ukrayna’nın Odessa şehrinde Akademi öğrencisi. Okuması için yılda 3000 dolar biriktirmesi gerekiyor. Denis’de bu sebepten 5 aydır, bu gemide çalışıyor.

 Denis, beyaz yüzlü yakışıklı bir çocuk. Daha şimdiden kendi kültüründeki alışkanlığın alkol çekiciliği onun zeki yüzüne yerleşmiş bile. Günün ilk saatlerinde almış olduğu alkole rağmen, ne söyleyeceğini bilen ve zekâsından hiçbir şey kaybetmemiş, ayık bir adamın dikkat ve dikliğinde konuştu benle. Türkçeyi, gemide çalışan Türklerden öğrenmiş. Az biliyorum dese de, zekâ fışkıran Denis ile Türkçeyi bilen Türklerden daha fazla anlaştım. Denis, gemide elektrik ve kaynak işlerine bakıyormuş. Bunları nereden öğrendin dediğimde; bir kısmını okuldan, bir kısmını da dedemden öğrendim, dedi. Dedesi, usta bir adammış.

 Sabah Ukraynalı Denis ile öğle çiçekçi kadın ile yaşadığım sohbetler beynimin meraklı hücreleri tarafından kayda alınmıştı. Akşam, kuşların evlerine döndüğü vakitte bulmaca çözülüyor; ülkemdeki 20 yaş gençleri irdeledim. Sürekli anne ve babaya bağımlı olan; isteklerinin ardı-arkası kesilmeyen bir sürü gencin; daha yaşamaya başlamadan, kendi mücadelesinin keyfini, heyecanını, coşkusunu tatmadan uyuşukluğun ellerine düşen; boşluğun içinde yüzen binlerce genci…

 Tek başına, kendi şehrinden dışarı çıkmaya korkan, bir işte çalışmama korkaklığı gösteren, nasıl olsa, anne ve babamın bana verdiği harçlık yetiyor diyen yüz binlerce gencin ezikliği, işe yaramazlığı; sosyal hayat için ne büyük felaketleri de getireceğinin ürpertisi, çiçekleri deviren rüzgârdan çok daha hızlı sardı bedenimi.

 Çiçekçi kadın haklıydı; hırpalanan çiçekler çok daha iyi büyüyorlar! Ukraynalı Denis’de mücadelesinde haklıydı; 3000 doları biriktirip, Akademiye devem edecek. Neden okuyacaksın Denis, dediğimde; “daha iyi yaşamak, daha iyi bir yere gelmek için” cevabını verdi bana.

 Denis, tabiatı taklit ediyordu. Hırpalanacak, dönecek, dolaşacak ve kendi mevsimlerini yaratacaktı. Ve o mevsimlerin içinde hayatın sunduğu her türlü duygu alışverişinde insanca yaşayacak; kendi kaderini elinde tutan bir insan gibi…

Güven Serin

3 Eylül 2011 Cumartesi

SERENAD

Kamera; Güven Anadolu Kavağı-İstanbul
Asya Kıtası Avrupa Kıtasının  en mutlu olduğu
yerdeyim. Milyar yaşında gezegenin, milyon yaşındaki
güzel kıtaları. Hiç betmeyecek hikayeleri ve
efsaneleri bizi bekliyor.

Kamera; Güven  Anadolu Kavağı
Bazen geçmiş size gelir; bazen siz
geçmişe gidersiniz. Eğlencelidir zamansızlığın
zamanları arasında gezinmek; eğlencelidir
size dayatılmış korkunç dünya yüklerini
denize dökmek. :))


Kamera; Metin  Anadolu Kavağı-İstanbul
Asya kıtası ve yüksekliğin serinliği tarihin taşı, toprağı
ile yan yanayım. Karşımda Avrupa Kıtası. Sağ tarafım
Karadeniz ve hemen önüm; Boğaz...
Akan bir şeyler var; boğazın serin suları ile.
Hem üstten, hem alttan; akan sular; tarihi de,
insanlığın erdemini de, minnet duygularını da ve
aynı zamanda korkunç çığlıklarını da akıtıyor.


Kamera; Güven Boğaziçi Yalıları
Viran bir yapı. Buradaki mutlu gülüşleri, övünmeleri,
övgüleri, aşka uzanan bedenleri düşünüyorum.
Hepsi düş olan yaşanmışlıkları. Bu yapının özel
bir yer olmasını sağlayan insanların, insan eli ile
nesnelere verdiği ruhu anlayıp; insansız, sevgisiz
kalmanın hazin gösterisini izliyorum; devinim
yapa yapa...


Kamera; Güven  Eminönü-İstanbul
Ve bir gün daha geceye dönüşüyor. Bir insanlık
günü daha kendi çığlığını susturmak için
hazırlık yapıyor. Söylenmiş milyarlarca
kelimenin, cümlenin hiç söylenmedikleri,
yaşanmadıkları da gün ile yaşanmış ve
söylenmişlik defterine yazılıyor.


                                          SERENAD



 Bir kitabın bir esere dönüşmesi için tam olarak hangi yolculuğu yapması gerekir? İçinde neleri; hangi gerçekleri, duyguları, düşünceleri, yöntemleri barındırması gerekir?

 Türk Dil Kurumu eser sözcüğünü şöyle anlamlandırır; Emek sonucu ortaya çıkan yapıt. Zülfü Livaneli’nin son yazdığı ve yayınlanan Serenat kitabı; bu tarife göre bir eserdir. Edebi Sanatların roman yolu ile anlatılan bir sanat eseri. Tarihin görkemli geçmişine saklanan, Karadeniz’in bulanık ve soğuk sularında dibe gömülen yüzlerce insanın bedenleri ve ruhları bu eserde dokunulacak kadar yakınlaşıyor bize. Ve biz; insanın politika ve acizlik içinde nasıl bir duruma düştüğümüzün korkunç tespitleri de bu eserde hayat buluyor.

Politika denen mutluluk sanatının nasıl bir seçeneklerden ibaret olup, tarihin bahçelerini gülle, karanfille donatırken; aynı zamanda zehir otlarının da sulanarak beslendiğinin görkemli tablosu çıkıyor ortaya.

 Şimdi; bu zamanda bilgi, esere dönüşmek isteyen milyarlarca bilgi dolaşıyor gökyüzünün altındaki yaşam olan bu gezegende. Piyasaya yeni çıkan kitapların sayısını takip etmek bile mümkün değil. Ele internette yayınlanan ve paylaşılan bilgilerin sonsuza doğru yeni yollar oluşturduğu da bir gerçek. İşte, milyarlarca bilgi bombardımanında kendi yaşamını ve seçeneklerini aynı zamanda en değerli zamanımızı esere dönüşmüş bilgilere ayırmak; kendimiz ve çevremiz için en güzel bir tercih olacaktır.

 Serenat da böyle bir eser. Zülfü Livaneli’nin ve ona yardımcı olan bir sürü insanın emek köprüsü ile oluşturulmuş edebi bir eser. Bu eserin köprüsü; 1938’li yıllara kadar uzanıyor. Hitlerin insanüstü zulümleri, vahşetleri; kanımızı donduruyorken bile ayın ülkede; Naziler korkunç bir insanlık sucunu tarihe kazırken, ülkenin hümanizma ve bilim aşığı bazı profesörleri ise ülkeyi terk ediyorlardı. Bu vahşet ve kokuların diyarı onların ülkesi olamazdı. İşte, o günlerde ülkemize de çok değerli profesörler geldi. Alman ve Yahudi kökenli bilim insanları…

 Elimdeki kitap, 2011 Mayıs ayı 50. baskıyı yapmış. Ben bu esere dokunduğum zaman; yani kütüphaneme aldığım zaman; 100 bin adet basılmıştı. Nedense, çok satan ve özellikle en öne konan kitaplardan hep kaçan bir okuyucuyum. Bilginin, öğrenmenin, edebiyatın zorla ve en çok satan, en güzel kitap fotoğrafı ve kabı ile olmayacağının ısrarını hep yaptım. Ama Serenat ve Zülfü Livaneli için bu geleneğimi bir kenara ittim. Tam aksine, bu eserin 100 bin okuyucu ile buluşması çok güzel. Ama ben, 100 milyon okuyucu ile buluşmasını arzu ettim.

 Bu kitabı elinize aldığınız an, bir şeylerin değişeceğini, tarihin köprüsüne binip de gözyaşı döken ruhların bedenlerini göreceğimi daha başından anladım. Bir eserin amacı da bu olmalı. Trajedileri ve vahşetleri bile siyaset bulaşmış kirlilikten arındırıp, ona uzanan bedeni nezaket ve aydınlatıcı felsefesi ile kucaklaması gerekir.

 Serenat’ın içinde geçen günümüzün kahramanını temsil eden Maya; benim için çok büyük bir anlam taşıyor. Böyle karakterlerin, bu ülkede, bu diyarda; sayılamayacak kadar çok olduğuna inanıyorum. Maya, bizden, bizim kültürümüzden bir kadın. Bu kadın, bir süre sonra, ne erkek, ne kadın özelliği ile öne çıkacak. Tüm maskesini, doğanın ve toplumun kostümlerini çıkarıp; çırılçıplak bir insana dönüşecek. Bedeni de, ruhu da…

 Eserin diğer erkek karakteri Alman Profesör Max’ın bir ülke insanı sıfatı ile değil, dünya insanı; evrensel bir sahiplenme ile aramızda olmasını; ülkemize gelip birkaç yıl kalan diğer bilim insanlarının da böyle hikâyelerinin olacağının hatırlatmasını yaptı. Nadia, Almanya’dan kaçan; Nazi zulmümü görmüş Yahudi kökenli bir kadın. Onun bakışlarında, yeşil gözlerinde; tüm dünya kadınlarını görüp; tüm dünya kadınlarının nasıl bir aşk içinde olabileceğinin de sahiplenişini yaptım. Sevgi üretmek, aşk var etmek için; Yahudi, Rum, Ermeni, Türk, Kürt, Alman, İngiliz, Hırvat olmanız gerekmiyor…

 Daha başında tarihin davetkâr köprüsü ışık ve öğreti içinde sizi buyur edecek. Sizin hayal gücünüz, tarihin sayfalarının gerçek hikâyeleri ile efsanelerin gerçek üstü hikâyeleri ile birleşip; size insanlık seçenekleri sunacak. Hayal gücünüzü, sevgiye, aşka yönlendirirken; derinlerde; Karadeniz’in dibinde yatan Sutruma’yı ve o dönemin hükümetini; politikacılarını hangi insanlığın insan vicdanı içinde olduklarını anlamaya çalışırken; midenize, böbreklerinize, karnınıza krampların girdiğine tanık olacaksınız.

 Şimdi o gemide; Karadeniz’in Şile açıklarında yatan 769 ruhu ve bedeni için; Max’ın kemanı ile çaldığı serenat’ı hayal ediyorum. Sevdiği kadının, kurtarılmayı bekleyen motorları çalışmayan bir gemide insanlık savaşını, diğer insanlığa bir kişi hariç tamamının boğularak ölmesi ile bıraktığı hikâyeyi bir daha sorgulayalım. Kabuk bağlamış, bataklık çamuru ile örtülü vicdanlarımızı, heykeltıraşların keskileri ile kazıyalım. Ellerimiz ve vicdanımızdan temiz bir kanın sımsıcak akışı ortaya çıkana kadar.

 Tarihin köprüsünde, bugünün rüzgârı bedeninizi yalarken; 24 Şubatın soğuk bir kış gününde Nadia’nın sevdiği adama; gemiden yolladığı mektubu paylaşıyorum;

Sevgilim,

 İnan ki iyiyim. Buradan kurtulacağımı ümit ediyorum. Çünkü iki gün önce başımı gökyüzüne kaldırıp, gözlerimi kapattım. Tanrı’ya, bana bir işaret göndermesi için yalvardım. Gözlerimi açtığım zaman bomboş bir gökyüzü göreceğimden korkuyordum ama öyle olmadı. Tanrı beni duydu. Tam başımın üstünde V şeklinde uçan bir kuş sürüsü gördüm. Öyle uyumlu uçuyorlardı ki, bir tanesi bile sırayı bozmuyor, önündekine yaklaşmıyor, mesafeyi koruyarak keskin bir V oluşturarak uçuyorlardı. Evet, tam başımın üstün delerdi. İşte mucize bu diye düşündüm. İnsanın efendisi Tanrı, bana gökyüzünden zafer işareti yolladı. İçim minnet ile sevinç ile doldu.

 Eseri oluşturan kalem; araştırmaların ve tarihin aynasında gördükleri ile kendi hayal gücünün; bu topraklardan beslenen canlı bedeninin bize sunduğu öğretiler bu kitapta, tüm çıplaklığı ile bize de çıplak olmaya; tini, insanı korurken, insanlığı kaybetmemeye davet ediyor.

Güven Serin