23 Eylül 2013 Pazartesi

GANOSLARDA SONBAHAR


Kamera; Güven Ganoslar ve Işık Oyunları


Kamera; Güven 
Büyük sanatçının eşsiz eserleri. Ganosların gizemi
hiç bitmeyecek keyiflerle damla damla
çıkarılmalı. Her damla, besleyicilik içinde
ruhunuza şifa adanmışlığı ile yapışacak.

Kamera; Güven

Uçurumun kenarındaki yaşlı meşe ağacı,saygıyı
önünde eğilmeyin hak ediyor. Hemen aşağısı,ürpertici
bir uçurum. Ve yaşamın olduğu büyük deniz...


Kamera; Güven   Ganoslarda Sabah Yürüyüşü

Yunus usta ve taş eseri. Zanaatkar insanlar her
zaman ve her yerde, küçük veya büyük bir
eserin doğumu için çırpınır. 
Erdem,gün gibi güleç ve heyecanlı...


Kamera; Güven
Dağ Başını Duman Almış, marşı ile ekstrem yürüyüşün
zorlu patikalarına ilerledik. Çok zorlu ve tehlikeli patikalar...


Kamera; Yunus 

Çadırlar kuruldu. Odunlar toplandı. Şimdi şiir zamanı...


Kamera, Yunus

Cemal Süreyya ve Üstü Kalsın...


Kamera; Yunus    Ganos Dağları ve Marmara

Dağlara yakışan,onlarla uyum içinde olan
çoban Mümin. Birazdan keçilerini ve dost
köpeklerini alıp gecenin dinlencesine ilerleyecek.

Kamera; Yunus  
Mümin kamerayı çok sevdi :)) Köpekleri ise
Mümin gittikten sonra bile küçük bir nafaka 
umuduyla beklediler. 



GANOSLARDA SONBAHAR

  2013 yılının sonuna doğru yaklaşırken sonbahar ile birlikte denizin Çanakkale’ye uzandığı, kıvrıla kıvrıla büyük bir esere dönüşen, ressamın büyük panoramasını izlemeye gittik.

 Ganos Dağları (Işıklar) gibi büyük eserler topluluğunun, benzersiz güzelliklerin uygarlığa bu kadar yakın olup da, tama olarak bilinmemesi, anlaşılmaması, o büyük güzelliğin önünde saygı ile eğilmemesi insanlık adına büyük kayıp.

 Ganoslara giden, gelen çok elbet. Kimi yamaç paraşütü için, kimi ise piknik yapmak, güya tabiatta huzur bulmak için! Büyük çoğunluğunun yaptığı en hakiki şey; o, muhteşem dağları, tepeleri, vadileri kirletmek…

  Neredeyse bir ömür, doğruluktan, ahlaktan söz eden insanların, doğayı hiçbir vicdan sorgulaması, hiçbir akıl sarılması yapmadan kirletmesini anlayamadım, anlayamayacağım da.

  Yunus Usta, Erdem ve ben; Tabiatın sonsuz vericiliğine inanmış üç insan; yine doğanın milyar yaşındaki döngüsünün, milyon yaşındaki dağlarına gittik. Bu yılın ilk geceli kampı Eylül ayına denk geldi. Ağaçların yapraklarını yeşilden sarıya, kızıla dönüştürmeye başladığı, döngünün muhteşem heyecanlı tepelerine…

  Geziler, ister tabiata, ister başka şehirlere olsun, koşulsuzluğun hoşgörüleriyle donatılmalı. Nadide bir çiçeği ezmemek, ezip fark etmeden yürümemek için gezilecek yerler hakkında bilgi edinmek, orada yaşayan canlıları, yaşama katkı veren çiçeği, meyveyi saygı ile selamlamak, insan ruhu için önemli bir terapidir.

  Yunus Usta, her zamanki gibi gezi erzaklarını saatler önceden hazırlamış. Kendi ürettiği zeytin, reçel, çökelek tekrarlanan, kültürleşmiş bir paylaşım ve üretkenlik gösterisi içindeydi. Erdem, gezinin güleç, şakacı ve en genç yüzüydü. Doğayı, sporu sevmesi nedeniyle bisikletini de getirmiş. Uçmak Paraşütünden aldığı zevk kadar, bisiklet ile doğanın büyülü yollarında gezinmek de onu mutlu ediyor.

 Yeniköy’ün güneyindeki tepeler bu seferki kamp yerimiz oldu. Kamp yerine beş yüz metre kala araçtan inip yürüdük. Yaklaşık 400 metre yüksekliğe, kamp alanına geldiğimizde karşımıza çıkan mitolojinin içinde saklanan tanrı ve tanrıçaların dolaştığı Marmara Denizi; tüm güzelliği ile adalarıyla, üzerindeki vapurlarıyla büyük gösteri yapıyordu.

 Yunus Ustanın özlü sözleri bitmez. Bu seferki;

 “ İnsan yalnız yaşamaya başlayınca ya ilah-ilahe olur, ya da iblis!” Birçok kez aklıma geldi bu söz. Yaşamın içindeki yalnız yaşamayı kültürsüzleştirme, güzelleştirmiş veya yalnızlığı büyük bir bencilliğe, anti sosyalliğe dönüştüren insanları düşünüp “iç” çektim…

 Güneş doğuya doğru birkaç saat sonra, bir başka kıt'aya ışın demetlerini çevirecek yöne ilerliyordu. Çadırlarımız kuruldu. Benim çadırımın hemen yanındaki kekikleri fark eden Yunus Usta; tabiatın bize büyük bir bonkörlük ile sunduğu kekiklerden birkaç tane kopardı. Daha elime alır almaz tabiatın muhteşem kokusu yayıldı etrafa. Zaten, esinti her türlü doğallığı bedenlerimize, ciğerlerimize kadar taşıyor.

 Kamp ateşi için odun toplarken yine alışık olduğumuz manzaraları; definecilerin büyük hayallerle, iştah kabartan yağmacılık zihniyeti ile kazdığı büyük çukurları gördüm. Kim bilir ne hayallerle, az çalışıp çok büyük zenginlik peşinde koşmanın saflığı, cehaleti ve kösnüllüğü ile her taraf delik deşik…

 Neredeyse sabah kadar yanacak büyük odun parçasını, kütüğü ateş yakacağımız yere zorlukla getirdik. Ateş ve akşam yemeğinden önce Cemal Süreyya’dan sırasıyla şiirler okuduk. Benim okuduğum şiir;

 Ölüyorum tanrım
 Bu da oldu işte

Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım

Ama ayrıca aldığın şu hayat
Fena değildir…

Üstü kalsın

  Şiirler, Ganosun rüzgârına, kekik kokularına, yemek tatlarına karıştı. Akşam yürüyüşü bağların kendilerine has kokuları, bağ bozumu yapıldıktan sonra kalan birkaç tatlı üzümün tadına bakılarak yürüyüş ile tamamlandı.

 Hiçbir zaman kirlenmeyen ateş, usul usul yanarken, gecenin ilerleyen saatlerinde korda mısır, közde patates sundu bize. Bütün marifet ateş ve Yunus ustaya ait; Erdem ile biz, şakaların, sohbetin ve bize sunulan tatların tadına bakma onuruyla gecenin, o büyük gökyüzünün, pırıltılar saçan ayın, uçsuz bucaksız evrenin küçük gezegeninde biraz daha fazla hayata, yaşama, fark etmeye yakın olarak; gecenin yıldızlarıyla birlikte güne aktık…

 Güven Serin











Hiç yorum yok: