20 Aralık 2017 Çarşamba

DÜNYANIN KULAKLARI NE ZAMAN AÇILACAK PATRON?






              DÜNYANIN KULAKLARI NE ZAMAN AÇILACAK PATRON?


 Ne garip bir yolculuk bizimkisi! İnsana dair ne çok şey birikti; öteden beri… Birikenler kimi yakıldı, yok edildi; kimileriyse unutuldu ıssızlığın nemli, küflü ortamlarında.

  İnsan, mucizenin yolcusu, gizemin başkahramanı, sözcük icat ettiği gibi, yer çekimine de meydan okumayı başaran canlı…

  Kurtuluş, var olma adına ne totemler, büyüler, adaklar, dualar ve yolculuklara çıkıldı. Durmuş da değil insan! Bir taraftan Mars Kolonisi! Bir taraftan, uzayı büküp, boyutlar ötesi düşünceleri; katiyen vazgeçilmedi.

  Yakın zaman sonra; belki de ölümsüzlüğün anahtarını eline geçirecek olan yine insan! Beynin korunması önemli olan! Bütün bilgi, düşünce, kavramlar onun içinde; nerede korunduğu, hangi bedeni kullandığının bir önemi kalmayacak; bir çeyrek yüzyıl sonra…

  Halinden, tavırlarından kaba bir adama benzeyen birisi sesleniyor, yanında ki diğerine;

“ Patron; dünyanın kulakları ne zaman açılacak?” Dünyanın demekle, insanları mı kastediyor? Yoksa bizi bu maviliğe sıkıştırmış, evrimin büyük oyunu, büyük sahnesini mi sorguluyor?


  Barbar görünüşlü, kaba-saba giyimli adam konuşmasına devam ediyor. Aynı anda yağmur da usulcana yağmaya başlıyor;

  “ Yağmur yağarken insanın kalbi acı çeker”

  Kaba-sabalığın bütün söyledikleri içime dokunuyor. Duyularım hepsini önemseyip, işleme koyuyor. Niçin yağmur? Niçin, ıslaklık çoğalırken acı çekmek? Tam olarak anlam veremiyorum…

  Bizimkisi, hiçbir şeye aldırış etmez görüntüsüyle, filozoflara meydan okuyacak kadar derin, manidar ama bir o kadar da kafamı karıştırmaya devam ediyor.

 Yanında ki genç adama; Patron, diye seslendikten sonra konuşmaya devam etti;

“ Taşların, çiçeklerin, yağmurun söylediklerini bir bilseydik! Belki bağırıyorlardır, bağırıyorlar da bizler işitmiyoruzdur. Nah işte, tıpkı bağırdığımız halde, onların da bizi duymadığı gibi. Dünyanın kulakları ne zaman açılacak patron? Ne zaman gözlerimiz açılacak da göreceğiz? Taşlar, çiçekler, yağmur ve insanlar, kucaklarımız ne zaman açılıp birbirimize sarılacağız?

  Sen ne dersin patron? Bu konuda, kitaplar ne söylüyor?”

  Ne çok soru, ne çok akıl karışıklığı değil mi? Hazır kalıplar konuşmak varken! Hiçbir şeye aitlik hissetmeyip, her şeyi kendi öfkemiz, kazancımızla, en adil olmayı bile kendi galibiyetimizle süslemeyi öğrenmişsek; bu kadar çok edebiyat, felsefe ürküte bilir bizleri…

 Ne yapacağız o zaman? Bolca beğeneceğiz birbirimizi! En kötü haldeyken bile; “ Seni iyi gördüm dostum!” söylemleriyle kandıracağız, tıbbı, kaderin mahkûmu olan kişi ve kişileri.

 Birileri var ki hiç susmayacak! Gerçek yazarlar ve şairler! Onlar, taşların, çiçeklerin, yağmurun, kuşların dilini, düşüncesini merak ettiği gibi; düşlere, ruhlara, en ulaşılmaza bile uzanmaya cesaret gösterecekler.

  Tıpkı, Nikos Kazancakis’in Zorba’sı gibi; adaleti, sevgiyi, ne korkusuz irdelemeleri edebiyatın koynunda yapacaklar; o güvenli yerde. Nice kıyımlara uğrasa da, bir kez çıktı mı söz edebi yola, yolculuğa; engellenemez bir hal alır.

  Yazanın, düşünenin kendisi ölmüş, öldürülmüş, yok edilmiş de olsa; yepyeni bir var oluş başlar; tam da Zorba’nın, edebiyat ve sinema diliyle haykırması; taşın, yağmurun, çiçeğin konuşmasından destek almak, insan anlamsızlığını, hazımsızlığını, doymazlığını anlaşılır kılmak adına; doğanın kendisine yönelmesi gibi…


Güven Serin  

Hiç yorum yok: