17 Ocak 2018 Çarşamba

OLMAK YA DA OLMAMAK!





                                 OLMAK YA DA OLMAMAK!


  Günümüzden 41 yıl önce bir yazar; düşünce insanının ve aydın olmanın sorumluluğu gereği iradesini gazetesinin köşesinde dile getirir. Bu onun son karamsar makalesi kabul edilir. 22 Mart 1976 günü Cumhuriyet Gazetesinin köşesinden yayınlanır.

  Söz ettiği nice şey-sorun, ülkesini seven herkes için aynı öneme sahiptir. Bir tanesi; halen olanca adaletsizliğiyle ortada! Toprak Reformu! Yapılamayan, doğuda, güneydoğuda yaşayan insanımızın, ağaların elinden kurtulamayışının hazin öyküsü…

  Diğer bir tespit; karışmış olan kavramlar üzerine. Bu karışıklık kendi yozlaşmasını da gün yüzüne taşıyor. O zaman da aydınların sessizliğinden söz ediyor. Peki, ama onca ses? Bastırılan düşünce, irade!

  Gelişmenin tek göstergesi; yollar, köprülermişçesine sürekli aynı haberlerin, yatırımların devasa reklâmları! Gak-guk dedikçe açılan krediler… Borçlanan insanların soylu seslerinin tıpkı ilerledikçe yakınlaşacağı sanılan ufuk çizgisi gibi uzaklaşan; denk bütçeler, fikir üreten insanlar…

  Nerede? Niçin; bu kadar büyüdüğü halde üniversitelerimiz dünya sahnesinde ki yerini almıyor; alamıyor? Cevabını verecek var mı? Kavramlar ve kafalar; karmakarışık…

  İmam Gazali yalnız gerçeğin beşindeydi. Derine ve daha derine dalmak adına; oradan oraya savruldu. Bir daha ve kocaman bir yalnızlık… Nizam-ül Mülk gibi önemli bir Selçuklu vezirini etkileyecek kadar bilgili olan İmam Gazali, fikirlerini ortaya koyduğunda; kendi yurdunda; İran’da bile can güvenliği sorgulanır oldu.

 O günden bugüne;900 yıl dönen dünyanın;900 yıl aldığı milyar, trilyon km yolculuğu sonucu ne değişti. Daha derine, daha yükseğe; tamam da; insanlık yine ölüyor ve ÖLDÜRÜYOR…

  Nika İsyanı; Sultanahmet Meydanı; yani meşhur At Meydanı; yeşiller adına 30 Bin ölüm; yani imparatorun ayakta kalma vahşeti…

  Sultanahmet niçin bu kadar önemli? Bizi oraya çeken, diğer insanların kanı, ruhu; ruhları veya yarım bıraktıkları hikâyeleri olabilir mi?

 Bir sürü tutarsız, köksüz konuşma ve yazma yalnızlığı içerisinde debelenip duruyorum. Tam olarak hangi felsefenin, fikrin peşinde koşmalıyım? İmam Gazali’nin sarıldığı, ezberlediği onca bilgi; bir gün, sadece bir haydut tarafından yok edilmedi mi?

  Tam da o an da; Gazali, kitaplarını almaması için haydutlara yalvarır. Haydutların merakı ve iştahları daha da kabarır. Gazali son bir yalvarış içerisinde, haydut başının zorla aldığı notlarını, kitaplarını kurtarmak adına; bütün öğrendiklerinin o kitap, defterlerde; kağıtlarda olduğunu söyler.

  Haydut başının söylemi de tarihsel bir öneme sahiptir; “ Öyleyse bildiklerinin tamamını yok ediyorum.” Der ve kağıtlarını, kitaplarını parçalar…

   Ezber, güvence bozulmuştur. Gazali; bu yok edişi sorgular. Haydutların Allah tarafından gönderildiğini düşünür. Çünkü esas olan şey; akıla, beyne kazınmasıdır öğretilerin. Süzülmeyen, benimsenmeyen hiçbir şeyin anlamı, anlatacağı bilgiler; görgüye, kültüre dönüşmez…Halbuki Sokrat,yüzyıllar öncesinden görmüş yazının,kitabın yok edileceğini;o yüzden insan beynine,aktarılacak olan kültürel süzülmelere kanaat getirmiş…

  Günümüzden 41 yıl önce yazarın yazdığı son karamsar makale de yayınlanır gazetenin köşesinde. Ne çok öngörüler; uzağı ve yakını irdelemeler; bugün de aynı sıcak, berrak ve telaş içerisinde bizi meşgul etmeye devam ediyor.

 Bu meşguliyetler; huzursuzluğu, tatminsizliği ve adil olmaktan öteye doğru uzaklaştığımızı da anlatıyor. Onca ADALET SARAYI ve bitmeyen, suçlar, suçlular… Bir şeyler eksik; adil olma ve adalet dağıtma adına!

 Bir de sonu gelmeyen; dayı, amca ve hemşehri arama! Niçin bunca kuruma güvenmek yerine bütün bunlara güvenme? Bir şey anlatmıyor mu bizlere?

  Günümüzden 41 yıl önce, son karamsar yazısında yazar; Adına politika denilen sefaletten, politikacılardan söz eder. İtibarsızlaşan ilişkilerden söz ederken; bugün neyin değiştiğini anlamaya çalışıyorum; boşu boşuna…

  Yazar, durmadan; baştan beri hastalığı arar; sorgular; hastalık nerede? Dönüp dolaşıp aydınların tarafına; onların soğuk, kuru yüzlerine bakar… O zaman da; günümüzden 41 yıl önce de köylerin boşalmasından söz eder.

  Oysa bugün nice yerin köy bile denemeyecek kadar boş, boşaltılmış olduğunu görmek mümkün… Sanki büyük bir hastalık geçmiş; kireç ve kerpiç kokan köylerin tümünün üzerinden. En çok okulları, camileri ve sağlık ocakları suskun ve kırgın…

  Yazar; günümüzden 41 yıl önce son karamsar yazısında; Yani, Şevket Süreyya Aydemir; yine millete; milletin sağduyusuna güvenir. Bizi bir arada tutan o büyük mucize bile tam olarak; edebi, sosyoloji, psikolojik ve felsefi yönleriyle tam olarak değerlendirilemedi…

  Bu kadar çile, eziyet, göç ve yer değiştirme ve her daim geçerli olan bir sesleniş;


“ Men-Çi-güyem,tamburem-çi-güyet” Ben ne derim,tamburam ne söyler? 

Güven Serin 

Hiç yorum yok: